İnsanoğlunun en derin arzularından biri, belki de en baskını, zamanın acımasız akışına meydan okumak, sonsuza dek yaşamaktır. Tarih sahnesi, bu uhrevi arayış uğruna akla hayale sığmayan denemelere girişen nice hükümdar, bilge ve maceraperestle dolu. Kimisi gizemli otların peşine düştü, kimisi değerli metallerden medet umdu, kimisi ise doğanın temel yasalarını hiçe saydı. Ancak sonuç çoğu zaman trajikomik bir final oldu. Yine de bu başarısızlıklar, insanlığın ölümsüzlük hayalini asla söndürmedi. Belki de o sır bir gün çözülecek, kim bilir? Şimdi gelin, geçmişten günümüze ölümsüzlüğe ulaşmak için insanların sergilediği en tuhaf ve bazen de akıl sınırlarını zorlayan çabalara yakından bakalım. Kimler efsane oldu, kimlerin çabası gülünç bir yanılgı olarak tarihe geçti? İşte ölümsüzlük arayışının en ilginç beş örneği…
Mezopotamya’nın Çaresizliği: Uykudan Kaçarak Ebediyete Ulaşmak?
Ölümsüzlük kavramı denince zihinlerde beliren ilk destanlardan biri hiç şüphesiz Gılgamış Destanı’dır. Tarihin en eski kahramanlarından Gılgamış, yalnızca savaşçı kimliğiyle değil, aynı zamanda ölüme meydan okuma arzusuyla da tanınır. Efsaneye göre, Gılgamış ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek için büyük tufandan kurtulan bilge kral Utnapiştim’in huzuruna çıkar. Utnapiştim, Gılgamış’a oldukça “kolay” görünen bir sınav sunar: Altı gün yedi gece boyunca uyumadan dayanabilirse, ölümsüzlüğü hak edecektir! Gılgamış’ın kendine olan aşırı güveni kısa sürer zira daha ilk anlarda uykuya yenik düşer. Uykunun bile üstesinden gelemeyen birine sonsuz yaşam bahşetmek, pek de mantıklı değildir. Ancak Utnapiştim, Gılgamış’a ikinci bir şans verir ve ona okyanusun derinliklerinde gençliği geri getiren bir bitkinin varlığını anlatır. Gılgamış bu umutla bitkiye ulaşır ancak kader yine ağlarını örer; bir yılan, bitkiyi Gılgamış’ın elinden çalarak sulara karışır. Utnapiştim’in verdiği ders açıktır: Ölümsüzlük insanoğlunun harcı değildir, önemli olan anlamlı bir yaşam sürmektir.
Antik Mısır’ın Takıntısı: İksirler, Mumyalar ve Öbür Dünya Hayalleri
Tarihin derinliklerinde insanların ölümsüzlük uğruna neler yapabileceğine tanık olmak gerçekten hayret vericidir. Antik Mısırlılar, ölümsüzlük konusunu oldukça ciddiye alan bir medeniyetti. Krallarının ölümden sonra dirileceğine olan inançları, bedenlerini en iyi şekilde koruma gerekliliğini doğurdu. İşte mumyalama ritüeli bu inançtan doğdu! Mumyalamanın temel amacı basitti: Bedeni çürümekten alıkoymak, böylece ruhun onu bulup yeniden canlanmasını sağlamak. Bu nedenle firavunlar için görkemli piramitler inşa edildi, gelişmiş mumyalama teknikleri uygulandı ve öbür dünya için değerli hazineler biriktirildi. Ancak Mısırlıların ölümsüzlük arayışı sadece ölümle sınırlı değildi. Birçok antik metin, Mısırlı hekimlerin uzun yaşamı sağlayacak özel iksirler geliştirdiğini yazar. Yani aslında mumyalama, bir nevi “B planı”ydı! Asıl amaç, insanları hayattayken ölümsüz kılmaktı. Bu uğurda bitkisel karışımlar, büyülü iksirler ve gizli formüller denediler. Ne yazık ki, hiçbir firavun sonsuza dek yaşayamadı. Peki, Mısırlılar neden hala “ölümsüzlük” denince akla gelen ilk medeniyetlerden biri? Çünkü onların “ölümsüzlük anlayışı”, fiziksel yaşamdan ziyade öbür dünyadaki varoluşa odaklanıyordu. Ve kabul etmek gerekir ki, binlerce yıl önce mumyalanmış bir bedeni bugün bile neredeyse ilk günkü gibi görmek, kendi içinde bir başarı öyküsüdür!
Çin İmparatorunun Zehirli Rüyası: Cıva İçerek Ebediyete Ulaşmak?
MÖ 221 yılı… Çin tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Qin Shi Huang, muazzam bir imparatorluk kurar. Ancak onun asıl hedefi sadece sınırsız güç değil, aynı zamanda sonsuz hayattır. Çin mitolojisi, ölümsüzlüğün sırrını barındıran “büyülü iksirlerden” bahseder. Qin Shi Huang, tüm ülkesini bu iksirleri bulmak için seferber eder. İşin tuhaf yanı ise, imparatorun sarayında “ölüm” kelimesinin kullanılmasını yasaklamasıdır! Etrafında sürekli ölümsüzlük şarkıları söyleyen şairler bulunur. Ölümü hatırlatmak bile yasaktır. Ancak tüm bu çabalara rağmen kaderden kaçamaz. Peki, Qin Shi Huang neden öldü? En yaygın teoriye göre, ölümsüzlük iksirlerini o kadar çok içer ki aslında kendi kendini zehirler! Bu iksirlerin temel bileşeni cıvadır. Modern arkeologlar, Qin Shi Huang’ın mezarını incelediklerinde normalin yüz katı fazla cıva tespit ederler. Ölümsüzlük arayışında zehirlenerek ölmek… İronik değil mi?
Altın Çağı Yanılgısı: Altın Yutarak Sonsuza Dek Yaşamak?
Günümüzde yaşlanmayı geciktirmek için çeşitli kremler, serumlar ve vitaminler kullanıyoruz ancak 16. yüzyılda işler biraz kontrolden çıkmış! Fransız saray mensubu Diane de Poitiers, genç ve güzel kalmanın sırrını altın içmekte bulmuştu! Evet, bildiğimiz değerli metal altın! Ancak bu inanışta yalnız değildi; Antik Çin ve Mısır’da da insanlar “ölümsüzlüğün iksiri” olarak sıvılaştırılmış altını tüketiyorlardı. Peki, neden altın? Simyacılar, altının bozulmaz, saf ve kutsal bir metal olduğuna inanıyorlardı. Hatta Çinli simyacı Wei Boyang, MÖ 2500 yılında az miktarda altın tüketmenin ömrü uzatabileceğini öne sürmüştü. Ancak gerçek şu ki, zenginlerin bolca altını vardı ve bazı “bilge” kişiler bu altınları eritip “afiyetle” içmelerini sağlamıştı. Diane de Poitiers de bu akıma sıkı sıkıya bağlıydı. Fransa Kralı II. Henry’nin metresi olan De Poitiers, 66 yaşına kadar bu “sihirli içeceği” tüketmeye devam etti. Ancak 2008’de mezarı açıldığında şok edici bir gerçek ortaya çıktı: Saçındaki altın seviyesi normalden tam 500 kat fazlaydı! Dahası, kemiklerinde cıva izleri de bulunmuştu. Yani, gençleşmek isterken yavaş yavaş kendini zehirlemişti! Günümüzde bilim insanları altın tüketmenin tek etkisinin pahalı bir dışkı yapmak olduğunu söylüyor. Milyonlarca dolarlık bir tuvalet seansı için değer mi, orası tartışılır!
Papa’nın Kanlı Sonu: Başkalarının Kanıyla Ebediyete Ulaşmak?
Bugün kan nakli hayat kurtaran bir tıbbi prosedür ancak 1492’de işler biraz ters gitmişti! Papa Innocent VIII felç geçirdiğinde, doktorları ilginç bir çözüm buldu: Üç sağlıklı gencin kanını papa’ya nakletmek! Orta Çağ tıbbının ne kadar “gelişmiş (!)” olduğunu buradan çıkarabiliriz. Bu operasyon, tarihteki ilk kan nakli girişimi olarak kayıtlara geçti. Ancak sonuç? Hem papa hem de kanı verilen gençler hayatını kaybetti! Kan naklinin gerçekten işe yarayabilmesi için biraz daha zaman geçmesi gerekti. 1628’de İngiliz doktor William Harvey, kan dolaşımını keşfetti. 1665’te hekim Richard Lower, köpekler üzerinde başarılı bir kan nakli denemesi yaptı. 1667’de ise bilim insanları koyundan insana kan nakli yaparak biraz daha ileri gittiler. Asıl büyük gelişmeler ise 20. yüzyılda yaşandı. Geoffrey Keynes, I. Dünya Savaşı’nda savaş meydanında askerleri kurtarmak için taşınabilir kan nakli kitleri geliştirdi. II. Dünya Savaşı’nda ise Dr. Charles Drew, kan bağışı ve depolama sistemleriyle büyük bir devrim yarattı. Peki ya bugün? Bilim insanları hala gençlik iksirinin peşinde! Genç kan transfüzyonlarının yaşlanmayı geciktirebileceği düşünülüyor. Ama küçük bir ayrıntı var: Bu sadece fareler üzerinde kanıtlandı! İnsanlarda işe yarayıp yaramayacağını henüz kimse bilmiyor. Belki de ölümsüzlük arayışımız sonsuz bir çıkmaz sokak… Ya da belki bir gün, gerçekten işe yarayan bir yöntem bulunacak. Ancak uykusuz kalmak, altın içmek veya rastgele insanların kanlarını değiştirmek pek mantıklı bir seçenek gibi görünmüyor, ne dersiniz?